Bundan yaklaşık yüz sene önce Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanmış meselenin etkileri halen daha devam etmektedir. Farklı devlette yaşanmış bu olayın etkileri günümüzde Türk Dış Politikası’nın manevra alanını daraltmakla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’ni bazı yaptırımlarla karşı karşıya bırakmaktadır. İşte bu araştırmanın amacı da yüzyıl evvel yaşanmış olayın hangi koşullarda meydana geldiğini ve bugün nasıl bir şekle büründüğünü incelemektir. Görülecek ki Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını bölmek için planlanan ve uygulanan projenin başarısız olması, bugün yine aynı devletler tarafından Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı koz olarak kullanılmaktadır. Bugün belirli emeller doğrultusunda, sistemli şekilde uygulanan bu politikayı iyi kavramak için sorunun daha öncesinden, yani Ermeni tarihinden başlanılarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilerin durumu incelendikten sonra günümüze kadar nasıl geldiği araştırılacaktır.
Ermeniler Kimdir ve Ermenistan Neresidir?
Tarihte ülkeler isimlerini iki şekilde almışlardır. Birincisi, üzerinde yaşayan toplulukların asıl isimleri unutularak isimleri coğrafi bir bölgeyi ifade etmek için kullanılanlardır: Amerika, Irak gibi.. İkincisi ise, üzerinde yaşayan topluluklar ya da milletler sebebiyle isim alan ülkelerdir: Türkiye, Fransa, Almanya gibi.. Ermenistan da bir coğrafi isimdir. Ermeniler kendilerini “Hayk” diye isimlendirir ve ülkelerine de “Hayastan” derler (Akgündüz, 2008).
Tarihte, ”Ermenistan neresidir? Nerede başlar? Nerede biter?” sorularına cevap vermek çok güçtür. Ansiklopedik kaynaklarda; Erivan, Gökçegöl, Nahçivan, Rumiye gölü kuzeyi ve Mako bölgesine, yukarı memleket anlamına gelen Armenia, bu bölgelerde yaşayan halka ise Ermeni denildiği bilinmektedir (Bal ve Çufalı, 2006). Ermeni tarihçilerden bir kısmı, M.Ö. altıncı yüzyılda kuzey Suriye ve Klikya Bölgesi’nde yaşayan Hititlerden olduklarını, bir diğer kısmı ise Nuh’un oğullarından Hayk’a dayandıklarını iddia etmektedirler. Bunun yanında, Ermenistan denilen coğrafyaya yerleşen ve bugün Ermeni diye adlandırılan toplumun, bölgenin kesin olarak neresinde yaşadıkları, sayıları ve aynı yörede ikamet eden diğer unsurlara kıyasla nüfus oranları bilinmemektedir.
Görülüyor ki, Ermeni tarihçiler bile kökenleri konusunda fikir birliğine sahip değildir. Ermeni tarihçi Boryan, Ermenilerin egemen bir devlete sahip olmadıklarını belirtmiştir. Ermenilerin tarih boyunca büyük güçlerin emrinde, onlara bir araç olarak hizmet ettiklerini ifade eden Boryan, Ermeni tarihçilerin milliyetçi, şövenist emeller doğrultusunda, Ermeni çarlıklarının tarih sahnesinde oynadıkları rolleri abarttıklarını belirtmiş. İleri sürenlerin tarihi bilgi ve gerçeklerle bağdaşmadığını vurgulamıştır (Çelik, 2003).
İlk Türk-Ermeni Münasebetleri
Tarih açısından bakıldığında, Ermenilerin sırayla; Pers, Makedon, Selefkit, Roma, Part, Sasani, Bizans, Arap ve Türklerin hâkimiyeti altında yaşadıkları görülür. Ermeniler’in Türkler ile tanışması da 11.yüzyılda başlamıştır. Bundan önce Abbasiler döneminde görev yapan Türk kumandanlar aracılığıyla olsa da yakın ilişkiler 1015-1020 arasında Selçuklu hükümdarı Çağrı Bey döneminde olmuştur. Bu dönemde Ermeniler, Bizans İmparatorluğu’na tabi durumda idiler. Sultan Alparslan’ın Bizans İmparatorluğu’nu mağlup etmesi sonucunda Anadolu’ya Türk göç ve yerleşmesi hızlanmıştır. Anadolu kısa zamanda Türkleşmiş ve İslamlaşmıştır.
İşte bu sıralarda da ülkelerini Bizans’a terk ederek Anadolu’nun içlerine çekilen Ermeniler, Kilikya adı verilen Çukurova bölgesine yerleşmişler ve burada yine Bizans’a bağlı prenslik kurmuşlardır (Dışişleri Bakanlığı Basın Yayın Tercümesi, 1977). Bizans tarafından Maraş valiliğine atanan Ermeni asıllı Vahram; Tarsus, Anavarza, Andırın, Göksun, Elbistan’dan başka Besni, Samsat ve Hısn-ı Mansur’u da (Adıyaman) ele geçirmişti. Vahram Bizans’a bağlılığını sürdürür gözükürken, Selçuklu Sultanı Melik Şah’a karşı da itaat etmiş ve hatta Müslüman olmuştur (Gülşen, 2010).Fakat ölümü meydana getirdiği devletin kısa sürede dağılmasına sebep olmuştur. Bu prensliğin ardından Anadolu’da farklı prenslikler oluşmuştur. Bunların en önemlisi, Anadolu Klikya Prensliği olmuştur ki bu da Anadolu Selçuklu Devleti’ne bağlanmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler
Anadolu ile birlikte Çukurova’nın Osmanlı idaresine geçmesiyle Ermeniler bu kez başka bir Türk devletinin idaresine girdiler. Ancak Osmanlı Türkleri idaresinde Ermeniler, Bizans ve kendi prenslikleri zamanında görmedikleri adalet, hak ve hürriyete kavuştular. Osmanlı hâkimiyetinin buralara kadar uzaması ile nüfusun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu görülmektedir (Halaçoğlu, 2007). Nitekim yapılan araştırmalarda nüfusun tabii artışı ile izah edilmeyecek durumlar görülür (Halaçoğlu, 2010).
Ermeniler idaresi altında bulundukları Türk Devletleri’nde İslam Hukuku’na göre muamele görmüşler ve diğer gayrimüslimlerle birlikte kendilerinin dini inanç ve faaliyetlerine müdahalede bulunulmamıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda, Eçmiyazin’de kurulan Gregoryen Kilisesi’ne ve mezhebine bağlı olan Ermenilerin teşkilatlanmasına izin verilmiştir. Fatih Sultan Mehmet döneminde ise, 1461’de Bursa’da bulunan Ermeni piskoposu Ovakim ile Anadolu’dan bir miktar Ermeni’yi yeni başkent İstanbul’a getirterek Samatya’daki Sulu Manastır isimli kiliseyi Ermeniler’e vermiş ve Ovakim’i kendilerine patrik tayin etmiştir (Halaçoğlu, 2006). Bundan sonra da bir kısım Ermeni İstanbul’a getirilerek belirli semtlere yerleştirilmiştir. Anadolu’da kalanlar ise kale bekçiliği gibi bazı makamlara getirilmişlerdir. Bunun gibi birçok devlet kademesinde görevlendirilen Ermeniler, Osmanlı İdaresi’nin bu hoşgörüsüne karşılık verdikleri hizmetten ötürü “millet-i sadıka” ünvanını almışlardır.
Osmanlı idaresindeki Ermeniler arasında mezhep birliğinin olduğu da söylenemez. Çoğunluğu Hıristiyan mezhep olan Ortodoks’lar oluşturuyordu. Ortodoks mezhebine bağlı Ermeniler, Fener Rum Patrikhanesine bağlıydılar. Ancak 1781’den itibaren Katolik rahiplerinin yoğun faaliyetleri ile bu mezhep de Ermeniler arasında kabul göründü. Bunun üzerine Babıali, 1831’de Ermeni Katolik Kilisesi’ni resmen tanıdı. 19. yy’dan itibaren misyonerlik faaliyetlerini sürdüren Protestan mezhebinin Ermeniler tarafından kabul görmesinin sonucu olarak da Osmanlı idaresi tarafından 1859’da Ermeni Protestan Kilisesi’de resmen tanındı (Laçiner, 2005). Böylece Osmanlı İdaresi’ndeki Ermeniler dört ayrı kiliseye bağlı durumda idiler. İnançlarından dolayı toplumda hiçbir zulme uğramayan Ermeniler’e devlet tarafından da dini vecibelerini yaşamaları için baskı uygulanmamıştır.
Öyle ki, kendi din adamlarını yine kendileri tarafından atamalarına müsaade edilmiştir. Bu hoşgörü sadece dini alanda değil, sosyal alanda da kültürel faaliyetler yapılmaya devam etmiştir. Ermeniler, kendi dillerini serbestçe konuşmaya devam ettiler ve Ermeni adlarını rahatça kullanabildiler. Türk matbaasının kurulmasından yaklaşık 160 yıl önce Venedik’te eğitim görmüş ‘Sivaslı Apkar’ adındaki bir papaza 1567’de İstanbul’da bir Ermeni matbaası açmasına izin verildi. Diğer taraftan Marsilya’da kurulmuş olan bir Ermeni matbaasının Fransa Kralı XIV.Louis (1643-1715) tarafından kapatılmasına karşılık (Lütem, 2010),Osmanlı Devleti’nde Ermeni basını gelişerek devam etmiştir.1908’e gelindiğinde de ülke genelinde toplam Ermeni matbaasının sayısı 38’e ulaşmıştır (Lütem, 2011). Bununla birlikte, Osmanlı Devleti’nde Ermeniler’in devlet kademelerinde de görev aldıkları görülmektedir. Nitekim Osmanlı Devleti döneminde 29 Paşa, 22 Bakan, 33 Milletvekili,7 Büyükelçi, 11 Başkonsolos vs. olmak üzere pek çok Ermeni yüksek devlet görevlerinde yer almıştı (Öke, 1986). Bu durum 1915’e kadar devam etmiştir.
1. Dünya Savaşı’na Kadar Ermeni Meselesine Genel Bakış
Fransız İhtilali’nin sonucunda ortaya çıkan “Milliyetçilik” fikri, imparatorlukların bölünmesine sebep olmuştur. Bundan en büyük darbeyi ise bünyesinde birçok milleti barındıran Osmanlı Devleti almıştır. Kuruluşundan itibaren Devlet-i Aliyye ile problemleri olmayan, inanç ve kültürel faaliyetlerini rahatça sürdüren Osmanlı idaresindeki milletler, Avrupalı devletlerin Osmanlı Devleti’ne karşı politikalarına araç olmuşlardır. Nitekim ilk azınlık isyanı olan Sırp isyanı ve bağımsızlık kazanan ilk azınlık Yunan isyanına batılı devletlerin destek verdiği görülmektedir. Osmanlı Devlet’i tarafından “Düvel-i Muazzama” da denilen bu güçlerin politikalarının parçası olarak tahrik edilen unsurlardan birisi de Ermeniler olmuştur (Sertçelik, 2009). Avrupalı devletler tarafından sürdürülen bu politika, “Şark Meselesi” olarak şöhret bulmuştur.
Bilindiği gibi Şark Meselesi, Avrupa devletlerinin Osmanlı tebaası Hıristiyanların haklarını korumak iddiasıyla Osmanlı topraklarını parçalayarak bölüşmeyi ifade eder. Bu politika; sırasıyla imtiyaz, özerklik ve bağımsızlık şeklinde uygulanmayı amaç edinmiştir.
Ermeniler’in Kışkırtılması
1877-1878 Osmanlı-Rus harbi Ermeniler için dönüm noktası olmuştur. Balkan Hristiyanlarının bağımsızlığını kazanmasından sonra, Anadolu’daki Ermeniler araç olarak kullanılmıştır. 1877-78 Osmanlı-Rus harbinde Rusya, Osmanlı Devleti’ne karşı Ermenileri kullanmıştır. Bu savaşta Rusya’ya hizmet eden Ermeni Patriği Nerses, harbin sonunda imzalanan Ayastefanos Antlaşması’nda tatbik etmesi için Rusya’dan hizmetinin karşılığı olarak taleplerde bulunmuştur. Rusya’da buna karşılık Osmanlı Devleti’nden Ermeniler için imtiyaz talep etmiştir. Bu şekilde Ermeniler hem Şark Meselesi’nin bir parçası olmuş hem de devletler arası antlaşmada kendisine yer bulmuştur. Rusya uyguladığı bu politikalar sonucunda Kafkasya bölgesinde egemen güç rolünü almıştır. Bu da başta İngiltere olmak üzere diğer Avrupa devletlerinin politikalarına ters düşüyordu. O güne kadar Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü savunan İngiltere, Rusya’nın Osmanlı topraklarını kendi başına paylaşması sonunda Rusya ile masaya oturmaya ve politikasından vazgeçmeye karar verdi (Akgündüz, 2008: 21). Rusya-İngiltere arasındaki bu rekabet meseleyi uluslararası bir hüviyete soktu. Bu durumdan da cesaret alan bazı Ermeniler, yurt içinde ve yurt dışında ihtilalci Ermeni partileri ve dernekleri kurmaya başladılar.
Ermeni Cemiyetleri ve İsyanları
Başlangıçta hayır işlemek amacıyla kurulan dernekler kısa bir zaman sonra Ermenistan kurma planına yönelik eylemler yaparak, Anadolu’daki Ermenileri isyana teşvik ettiler. Bu derneklerin ilki 1878 yılında kurulan Kara Haç Cemiyeti’dir. Bundan 2 yıl sonra 1880’li yıllarda Rusya denetimindeki Ermenistan’da kurulan dernekler Anadolu Ermenileri’ne silah göndermeye başlamışlardı (Akgündüz, 2008: 21). Bu derneklerin ardından Anadolu’da 1881’de Erzurum’da kurulan Anavatan Müdafileri (Pasthpan Haireniats) ile 1885’te Van’da kurulan İhtilalci Armenakan teşkilatı takip etmiştir. 1887’de Cenevre’de Marksist Ermeniler tarafından kurulan Hınçak Partisi’nin programında belirtilen ilk hedef Anadolu’daki Ermeniler’in siyasi ve milli bağımsızlığını sağlamaktı (Sertçelik, 2009: 9). İleride birlikte hareket edecekleri Ermeni İhtilal Federasyonu( Taşnaksütyun) partisi de 1890’da Tiflis’te kurulmuştur. Kurulan bu dernekler amaçlarına ulaşmak için, parti programlarında da belirttikleri gibi, propaganda, kışkırtma ve terör eylemleri yapmaktan kaçınmıyordular. Sorunsuz halde yaşayan Anadolu Ermenileri’ni harekete geçirmek için yapılan ilk eylemler 1890 yılında meydana geldi. Erzurum’da Anavatan Müdafileri Cemiyeti üyeleri ve İstanbul Kumkapı’da, Hınçak partisi üyelerinin halkı kışkırtması ile patlak veren olaylar yüzyıllardır birlikte yaşayan iki halkı karşı karşıya getirdi. İki taraftan 10 kişinin hayatını kaybettiği bu olaylar (Halaçoğlu, 2007: 13) tıpkı diğer isyanlar gibi Avrupa basınına: “Türkler, Ermeniler’i katlediyor” şeklinde yansımıştır (Halaçoğlu, 2007: 14) Avrupa medyasında görülen bu haberlerden Ermeni çetelerini kimlerin kışkırttığı da anlaşılmaktadır. Bunu Erzurum’da, Van’da, Adana’da, Sasun’da ve birçok yerdeki isyanlar takip etmekteydi. Aynı zamanlarda yurtiçinde ve yurtdışında oluşturulan kamuoyunun sonucunda Anadolu’daki eylemleri araştırmak için Avrupa’da “Tahkikat Komisyonu” oluşturuldu. Bu komisyonun 20 Temmuz 1895’te yayınladığı raporda; Ermeniler’in masum olmadıkları açıklanmıştır. Tüm bunlara rağmen Avrupa Devletleri ve Rusya, Babıali’ye ıslahat uygulamak için baskı kuruyorlardı. Islahat yapılacak iller de Vilayet-i Sitte adıyla Erzurum, Bitlis, Van, Sivas, Maretülaziz (Adıyaman) ve Diyarbekir olarak belirtilmekteydi. 1896’da Van’da bir isyan çıkaran Taşnak ve Hınçak komiteleri 418 Müslüman ve 1715 Ermeni’nin ölümüne sebep oldular. Bu olayı Taşnak Komitesi’nin planladığı 26 Ağustos 1896 Osmanlı Bankası saldırısı takip etti. İsyanlar ve dış devlet baskıları sonucunda II.Abdülhamid bütün vilayetlerde uygulanması için Aralık ayında Ermeniler’e yönelik bir af kanunu çıkarttı. Bölücü niyetle yapılan bu isyanlar Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girmesine kadar devam etti. Böyle bir durumda Ermenilerle birlikte savaşa girmenin doğru olmayacağı, ya diğer cephede olan Türkler’in yerine Ermeniler’i getirmenin ya da o bölgedeki (Doğu ve Güneydoğu) Ermeniler’in başka vilayetlere gönderme fikri dönemin Başkomutanı Enver Paşa tarafından dönemin Dahiliye Nazırı Talat Paşa’ya sunulmuştur (Halaçoğlu, 1979). Erzurum Milletvekili ve Ermeni Generallerinden Garo Pastırmacıyan ve Van Milletvekili Papazyan’ın da aralarında bulunduğu heyetin Rus ordusuna katılmaları sonucunda Ermeniler’in çoğu o dönemde Osmanlı toprağı olan Halep, Musul başta olmak üzere Bağdat, Şam, Filistin ve Lübnan’a sevk edildiler. Ayrıca eylemleri düzenleyen komiteler kapatılarak 500 kişi 24 Nisan 1915 yılında İstanbul’da tutuklanmıştır. Bugün bu tarih Ermeniler tarafından sözde soykırım tarihi kabul edilerek her yıl anılmaktadır.
Tehcir ve Sonrası
Osmanlı Devleti’nin zor şartlarda olduğu cephede askere ihtiyaç olunan bir dönemde göç ettirilen her kafilenin başına asker görevlendirilerek bir düzine önlem alınmıştır. Buna karşılık başlangıçta korumasız yola çıkan kafilelere, isyanlarda yakınları öldürülen Müslüman halk, köylüler, Halep ve Deyr-i Zor kesiminde Kürt aşiretleri, Arap aşiretleri, bazı çeteler ve eşkıya tarafından önceden düşünülmeyen bir takım saldırılar olmuştur. Bu saldırılarda yaklaşık dokuz bin-on bin kişi hayatını kaybetmiştir. Yirmi beş bin-otuz bin kadar Ermeni tehcir sırasında gıda azlığı, tifo, dizanteri ve salgın hastalıklar sebebiyle ölmüşlerdir. Toplam elli beş bin-altmış bin civarında kayıp vardır (Halaçoğlu, 2007: 14).
Göç ettirilen Ermeni sayısı hakkındaki bilgi ve belgelere gelince; Osmanlı arşiv belgeleri nüfus istatistiklerine bakılarak konuşmak gerekirse üç yüz doksan bin Ermeni’nin Türkiye’den sürgün edildiği, diğer yerlerdekiler ile birlikte toplam sürgüne gidenlerin altı yüz bin yedi yüz bin olduğu bilinmektedir. Bunlardan Kafkasya ve İran’daki toplam iki yüz doksan bin Ermeni göç ettirme dışında Osmanlı topraklarını terk ettiğine göre; geriye kalan üç yüz doksan bin-dört yüz bine yakın Ermeni’ne tehcire tabi tutulmuştur (Halaçoğlu, 2007: 16). Ayrıca 1914 Osmanlı nüfus sayımına göre; (Halaçoğlu, 2007: 17). 1914 yılı Ermeni nüfusu 1.229.007’dir. Bu rakamı göz önünde bulundurursak bugün söylenen sözde soykırıma uğramış Ermeni sayısının 1.5-2 milyon olduğu rakamının gerçek olmadığı anlaşılmaktadır.
Tehcirin Soykırım Hukuku ile İlişkisi
9 Aralık 1948 tarihli “Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi” soykırımı: ”Ulusal, ırksal ya da dinsel bir grubun üyelerini öldürmek” şeklinde tanımlamıştır (Halaçoğlu, 2006: 97). Oysa Osmanlı Devleti tarafından yayımlanan talimatnameler incelenirse tehcir; toplama kampı veyahut öldürme amacıyla değil sevk ve iskan sağlayacak şeklindedir.
Ermeni Meselesi’nin Bugüne Gelişi
I. Dünya Savaşı’nda mağlup olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından yerine ulus-devlet şeklinde örgütlenmiş Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Dış politikasını, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi üzerine temellendirmiş olan bu devletin ikili ilişkilerde ve AB ilişkilerinde karşılaştığı temel sorunlardan biri de yukarıda anlatılan Ermeni Meselesi olmuştur. Bugün önümüze koz diye sunulan bu konu bugüne gelene kadar da tarihi hakikatlerinden de sapmıştır. Soykırım niyetiyle yapılmadığı hukuken de sabit olmakla birlikte karşı taraf yani Ermeni Diasporası ve Lobileri bunları göz ardı ederek fanatik ve militarist tutum sergileyerek kendisine zulüm görmüş, masum millet rolü biçmek için her türlü faaliyetler yapmaktan çekinmemektedir. Yaklaşık 150 yıl önce yaşanmış bu olayı kendi lehine çevirmek için yıllarca mücadele vermiş ve hatta dünya kamuoyunda unutulmaması için terör eylemleri yapmaktan da geri kalmamıştır. Bu eylemlerini Ermeni Terör Örgütü “ASALA“ üzerinden gerçekleştirerek 33 Türk diplomatı öldürmüşlerdir. Bu eylemlerin iki temel amacı vardır. Birincisi, bahsedildiği gibi kendilerine amaç edindikleri Türk düşmanlığını bu olay üzerinden şekillendirerek sözde soykırımın intikamını almak. İkincisi ise, aşırı Ermeni grupların uluslararası alanda kendilerini gösterme çabalarıdır (Laçiner, 2005: 316). Tıpkı tarihte yaşandığı gibi, terör eylemleri düzenleyerek bu olayları kendilerine yapılıyormuş gibi gösterip dünya kamuoyunda destek kazanmayı amaçlamışlardır ki bunu da kısmen başarmışlardır. Çünkü bu eylemler sonucunda Türk Dış Politikası’nın manevra alanı daralmış, kurulan ilişkilerde bu faaliyetleri düzenleyenlerin ilk amaçları olan “Soykırım” yapıldığının kabulü ön koşul olarak karşımıza çıkmıştır. Bu ilişkiler Türkiye-ABD, Türkiye-AB, Türkiye-Rusya, Türkiye-Ermenistan ilişkileri ve Karabağ sorunu çerçevesinde incelenecektir.
Türkiye-ABD İlişkilerinde Ermeni Meselesi
Ermeni Meselesi’nin belki de en çok etkili olduğu Türkiye ikili ilişkilerinden biri ABD’dir. Gerek ekonomik, gerek askeri müttefikimiz olan ABD, Ermeniler’in nüfus olarak en yoğun yaşadığı ülkelerin arasında gelmektedir. Bu sebepten ötürü de ABD’li yöneticiler açısından büyük bir seçmen kitlesi olan Ermenilere her zaman ihtiyaç duyulmuştur. Ermeniler ’de bu ihtiyacı koz olarak kullanmış ve taleplerini ki bu talep, günümüze dek soykırımın tanınması olmuştur, her defasında yinelemişlerdir. Birçok alanda iş birliği yaptığı ülke olan Türkiye’yi de kaybetmekten korkan ABD’nin Ermenileri de kaybetmeme isteği Türkiye-ABD ilişkilerine her yıl 24 Nisan 1915 olaylarının yıldönümünde gerginlik katmıştır. Aday olan her başkanın ki bugünkü başkan olan Barack Obama’da dâhil seçim döneminde ihtiyaç duydukları Ermeni oyları için soykırımı tanıma vaadinde bulunmuşlardır. Fakat seçildikten sonra da verdikleri sözlere göre değil menfaatlerine göre politika uygulamışlardır. En son 24 Nisan 2010 yılında ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi tarafından 22 oya karşın 23 oyla “Ermeni Soykırım” iddiası kabul edilmiştir. Genel Kurul’da kabul edilmedikçe bağlayıcılığı bulunmayan bu tasarı önerisi geçmiş yıllarda da ikili ilişkilerde koz niyetinde kullanılmıştır. Eğer Türkiye’den bir şey istenecekse bu tasarı, Türkiye’ye ikaz şeklinde olmuş, zarara uğrayacağı ve bağımlı olduğu durumda da gündeme bile getirilmemiştir. Ayrıca, hem Türkiye hem Ermenistan’ı kaybetmeme yoluna giren ABD Başkanları, 24 Nisan yıldönümlerinde “soykırım” kelimesi yerine “katliam, trajedi” gibi kelimeler kullanmıştır (Laçiner, 2005: 79).
Türkiye-Avrupa Birliği (AB) İlişkilerinde Ermeni Meselesi
Türkiye-AB ilişkilerinde Ermeni meselesi hiçbir zaman temel unsur olmamıştır. İkili ilişkilerde daha önemli yere sahip olan Kıbrıs Meselesi, Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin öncelikli olması bu konuya Ermeni Diasporalarının beklediği ilgiyi göstermesini engellemiştir. Bunun sebebi, gerek Avrupa’daki Ermeni nüfuzunun azlığı gerekse Avrupa Devletleri’nin bu konuya yüz yıl evvel olmuş mesele gözüyle bakmasıdır. Avrupa Birliği’nden farklı olarak daha sert tutuma sahip olan ülke Fransa’dır. Böyle olmasının altında da Türkiye-Fransa ilişkilerinin olumsuz olmasıdır. Buna sebepte; ASALA’nın işlediği cinayetlerin Fransa’da gerçekleşmesine karşın, Fransa’nın gerekli tepkiyi göstermemesinden doğan Türkiye’deki Fransa karşıtlığı ve Fransa’nın Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye aleyhine aldığı olumsuz karardır. Fakat Ermeni Diasporaları tıpkı ABD’de olduğu başta yerel yönetimler olmak üzere genelde de ülke yönetiminde ve bunun ardından da AB’nin genel tavrının, soykırımdan yana olması için çalışmaktadır. Oysa AB bu meseleyi sadece Türkiye’nin üyeliğine karşı çıktığı ve ertelemek istediği zamanlarda belirttiği sebeplerden biri olarak göstermenin ötesine geçmemiştir. Eğer ilişkiler seyrinde ilerliyorsa gündeme dahi getirilmemiştir. İlişkilerin sekteye uğradığı dönemlerde Ermeni faaliyetlerinin hızlandığı da görülmektedir (Laçiner, 2005: 119).
Türkiye-Rusya İlişkilerinde Ermeni Meselesi
Ermenistan’dan sonra en çok Ermeni’nin yaşadığı ülke Rusya’dır. Eski bir SSCB üyesi olan Ermenistan, bağımsız olması demek Rusya’ya daha az bağımlı olması anlamına gelmekteydi. İkili ilişkileri zaman zaman gergin olsa da Karabağ Meselesi, Rus lobisi ve radikal Ermeni grupları Ermenistan’ın, Rusya’ya bağımlılığını en üst düzeye çıkarmıştır. Kendi çıkarlarını üstün tutan Rusya bu meselede Ermenistan’ı Türkiye ile Asya arasında tampon bölge olarak tutmayı temel almıştır. Rusya Dışişleri Eski Bakanı Andrey Kozirev bu durumu şöyle özetlemektedir: “Bu bölge bizim hayati çıkarlarımızın olduğu bir alandır. Eğer Rusya burada konumunu kaybederse diğer güçler bizim yerimizi alacaktır ve bu da kaçınılmaz olarak Kuzey Kafkasya’yı istikrarsızlaştıracaktır” (Laçiner, 2005: 224). Hem kendi çıkarları için hem de Ermeni Lobileri’nin Rusya’daki etkin gücünün sonucu olarak Rusya, Türkiye-Rusya ilişkilerinde Ermenistan lehinde tutum sergilemektedir. Rus Duma’sı iki kez, 1995 ve 2005 yıllarında Ermeni soykırımı iddialarını kabul eden kararlar almıştır. Rus Devleti ilgilileri, yeri geldiğinde, soykırım iddialarını anma törenlerine katılmakta ancak Türkiye’yi rencide edecek sözlerden kaçınmaktadırlar. Mesela Medvedev, son olarak 20 Ağustos 2010 tarihinde Erivan’a yaptığı ziyaret sırasında Soykırım Anıtı’nı ziyaret ederek bir çelenk koymuş ve 2008 yılı ziyareti sırasında bu anıtın bahçesine dikmiş olduğu ağacı sulamıştır (Lütem, 2011: 53). Ayrıca Kuban bölgesindeki dini ve etnik topluluklar, ”Kuban Etnik Topluluklarından Türk Hükümetine Çağrı” başlıklı bir bildiri kabul ederek 1915-1923 olaylarının adil bir şekilde değerlendirilmesini ve bu olaylar adına pişmanlık duyması gerektiğini belirtmişlerdir (Lütem, 2011: 54). Son protokolleri de dikkate alarak konuşursak Rusya, bu sorunun iki ülke arasında hallolmasını ve ilişkileri daha fazla engellememesi gerektiğini ancak Karabağ sorununda da Türkiye’den Ermenistan’ın lehinde tutum almasını istemektedir.
Karabağ Sorunu
Karabağ bölgesi ve onu çevreleyen ‘rayonlar’ uluslararası hukuka göre Azerbaycan’a ait olduğu bilinmektedir (Lütem, 2010: 11). Fakat Ermenistan’ın bu işgalci ve emperyalist tutumu gerek Kafkasya’daki barış açısından gerekse Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin seyri açısından sorun oluşturmaktadır. Çünkü uzun ve zor müzakereler sonucunda 10 Ekim 2009 tarihinde imzalanabilen Protokoller’i Türkiye’nin, kendisinin onaylaması için ön şart olarak sunduğu maddelerin biri de Karabağ Meselesi’dir. Fakat Ermenistan, meselenin çözümünde Ermenistan’ı Rusya ile Türkiye arasında sıkışmış bir coğrafya olarak tanımlamakta işgal edenin kendisi değil de Azerbaycan olduğunu ileri sürmektedir (Laçiner, 2005). Bu meselede de hukuken Ermenistan’ın suç işlemesine karşın Avrupa Devletleri, Ermenistan’ı kullanarak Karabağ’ı Azerbaycan’dan ayırmayı planlamaktadırlar (Mumcu, 1992). Türkiye ise, gerek Azerbaycan’a yakınlığından gerekse bölgedeki barışın sağlanması açısından bu tutumlar karşısında Ermenistan’a olan sınır kapısını kapatmış ve bu işgalci tutumundan vazgeçmesi için diplomatik ilişkileri askıya almıştır.
Türkiye’nin Bu Olaylara Karşı Tutumu
Ermeni Lobileri’nin Türkiye için önemli olan ve iş birliği yaptığı ülkelerde kamuoyu oluşturma çabalarına tutumu militarist ve fanatizmin karşısında realist ve barışçıl bir politikadır. Kabul etmesi için zorlanan soykırım iddialarının kabulüne karşı Türkiye, bu işin siyasi malzeme olarak kullanılmasına karşı çıkmaktadır. Bu sebeptendir ki protokollerde Tarihi Alt Komisyon’un kurulmasını ve bu komisyonun da tarafsız olarak tarihi belgeler ışığında olayın çözüme kavuşmasını istemektedir. Fakat Ermenistan bilimsellikten öte fanatik söylemlerle diğer ülkelere soykırım iddialarını kabul etmek için diplomatik baskı uygulamaktadır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun açıklamasında bu durum şöyle özetlenmektedir; “Tarihi olayların tarihi belgelere dayandırılarak araştırılması gerekir. Şimdiye kadar siyasi amaçlarla propaganda yapılmaktadır. Tek yönlü hafızaya değil adil hafızaya ulaşmak gereklidir” (Lütem, 2010: 14). Bunun yanı sıra Karabağ Meselesinde de emperyalist tutumu terk edip bölge barışı için gerekli adımların atılması gerektiği protokollerde yinelenmiştir.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, Ermenistan, Türkiye’nin talebi olan Tarihi Alt Komisyon teklifini reddetmek yerine sorunun gerçekten çözülmesi için gerekli adımlar atmalıdır. Aksi takdirde yüz yıl evvel yaşanmış bu acı olay üstünden nemalanmak hem Ermenistan için hem de bölgenin huzur ve refahı için zararlı olacaktır.